Disco Elysium Üzerine İnceleme Numarası Yapan Bir Deneme

    I’ve seen things you people wouldn’t believe. Attack ships on fire off the shoulder of Orion. I watched C-beams glitter in the dark near the Tannhäuser Gate. All those moments will be lost in time, like tears in rain. Time to die.     
– Roy Batty

     Jamrock’a, 41. No’lu polis merkezine dönüyoruz. Yanımızda Teğmen Kitsurigi. Aynı zamanda amatör kriptozoolojist Lena’ya da önemli bir haber taşımaktayız, yolun üzerinde uğrayıp bu önemli haberi ona bildirmemiz gerekiyor. *Polis karakoluna giderken neden yolda duruyoruz? Bunun elimizdeki dava ile ne alakası var?* diye soruyor Teğmen Kitsuragi. *Nasıl ne alakası var?* diye yanıtlıyoruz. *Var tabii ki!* Her şey soruşturmayla alakalı çünkü…

     Steam 50 saati geçtiğimi söylüyor ama bir kısmı oyuna ara veremeyip arkada açık bıraktığım için muhtemelen. En az 30 saat geçmiştir, belki daha bile fazla. Oyuna başlayalı daha iki hafta bile olmadan bitti. Gerçi tekrar başlayıp, tekrardan denenecek çok yol, söylenecek çok söz var. Ne de olsa eski usul bir RYO (Rol Yapma Oyunu [Role Playing Game – RPG]) Disco Elysium. Hatta kendisine -benim de ilk defa duyduğum üzere- CRPG (Computer RPG) diyor oyunun yapımcısı Robert Kurvitz. Oyunun grafikleri modern yağlı boya tuvalleri andırsa da tarz olarak 90’lardan alışık olduğumuz izometrik bulmaca (Adventure) oyunları geleneğinden geliyor; içinde uzun uzun konuşacağımız karakteri ve dönüp dolaşıp tekrar tekrar gezeceğimiz mekanları olan. Açılacak kapılar, keşfedilecek sokaklar var önümüzde.

     Çoktandır unuttuğum bir oyun deneyimini sundu Disco Elysium. Belki de hiç deneyimlemediğim. Çok tanıdık olduğum, hiç gerçekten tanışmadığım. Aslında sadece “söz”de geçen bir oyun, “göster, anlatma” şiarını yerle bir eden, durmadan anlatan, ya da eğer sadece dinleyeceksen kendini gösteren, dinleten ve sen dinledikçe daha fazlasını sunan. Hissettir, gösterme.

     Kendimi bildim bileli bilgisayar ya da konsol oyunları oynuyorum diyebilirim. Hatırladığım en eski hatıralarımdan bir tanesi, babamın kucağında, çeviri yapmak için aldığı MS-DOS yüklü bilgisayarında onu “Prince of Persia” ya da adını bile hatırlamadığım bir mağara adamı oyunu oynarken izlediğim (bir yerden zıplayıp karşıya tutunuyoruz ancak yeterince çevik olamayıp tırmanamıyoruz, düşüyoruz ve yerden çıkan dikenler öldürüyor bizi. Tekrardan başlamalıyız).

     Şişli’ye taşındığımızda bir başka bilgisayar almıştı babam. Bana da sormuştu, özellikleri nasıl olsun diye. Bilgisayarlardan elbette ki anlamıyordum o zamanlar, en iyisi olsun demiştim, ama piyasadaki en *süperini* almamıştık. Gereksiz bulmuştu babam diye hatırlıyorum. Haksız da sayılmazdı. Hala çoğu insan için bilgisayarların özellikleri anlamsız sayılar sadece. Biri çalışıyorsa, çok daha pahalı bir tanesine gerek var mı? Biz de orta karar bir bilgisayar almıştık. İlk okul iki ya da üçteydim. Sanki bilgisayar derslerim vardı okulda diye hatırlıyorum. Windows 98’di bu sefer işletim sistemi. Her nasılsa Windows 95’i atlamışız.

“Leeloo Dallas mul-ti-pass. Mul-ti-pass.”

     Nasıl keşfetmişlerdi bilmiyorum, mahallemizde bir “bilgisayarcı” vardı. Deniz Abi ve eşi. Önümüzdeki yıllarda sıkça göreceğim iki sima. Babamın alıp eve getirdiği ilk iki oyun “Beşinci Element” ve “Tomb Raider 2”ydi. Beşinci Element’i pek çözememiştik. Filmi evde 2 ya da 3 diskten oluşan VCD setinden çokça kereler izlemiştik. Karizmatik taksi şöförü Bruce Willis ve gerçek bir uzaylı Milla Jojovic’in başrollerinde oynadığı bu Luc Besson bilim kurgusunun sunduğu karanlık ama bir o a kadar komik ve sıcak maceraya hiç benzemiyordu oyun. Birinci kişi bakış açısından, galiba Jojovic’in karakteriyle başladığımız ve karanlık ve anlaşılmaz (o vakitler İngilizce de bilmiyordum elbette) bir dünyada biraz ilerleyip, garip uzaylılar tarafından öldürülüyorduk durmadan. Yollar vardı, belki bina tepeleri. Kaçıyorduk, bulunmamaya çalışıyorduk. Silahımız yoktu. Bizi kovalayanlarda vardı. Durmadan yakalanıyorduk. Filmin aksine oyun beni huzursuz ediyordu.

     Diğer oyun, Tomb Raider’da da daha iyi değildim. Çin Seddi’nin bir noktasındaki bir vadide başlayan oyunda, ilerleyip ilk bölümü bitiremiyordum. Bir nehrin aktığı, kapalı taşlık bir mekandaydık. Dört bir yanımız sarp kayalardı. Üstümüzde gökyüzü, ama bir çıkış yoktu. Ya bir kaplanla karşılaşıp mama oluyordum, ya da nereden keşfettiysem bulduğum şifreleri kullanıp, yaptığım garip bir akrobatik hareketten sonra Lara’yı havaya uçuruyordum (o zaman anlam veremediğim bu saçma şifrenin şu an oyun yapımcılarının oyunu test ederken, karakterin sıkıştığı garip bir noktadan çıkmak için kullandıkları bir kısa yol olduğunu düşünüyorum). Oyunun bir bölümü daha vardı. Araf gibi bir bölüm. Gene İngilizce bilmediğimden karakterin geçmişi ve oyunun konusunu anlamıyordum elbet, ama garip bir şekilde dev bir malikanede kalıyordu kahramanımız. Bu dev evin bir de dev bir labirent bahçesi vardı. Labirentin bir noktasında bir düzeneğe basıp bir sayaç çalıştırabiliyordunuz. Sonra da – deneme yanılmalarla öğrendiğim üzere- hiçbir yere dokunmadan evin bodrum katına koşmayı başarırsam belli bir zaman içinde, malikanenin mahzeninde gizli bir kapı açılıyordu içi tepe tepe altınlar ve yüzlerce değerli eşyayla dolu bir hazine odasına. İngilizcem olsa, hazinelerin kaynağını (ya da malikanenin hikayesini bile belki) oyunun adından çıkarabilirdim. İngilizcem yoktu, bahçede bolca koşturdum. Bizi takip eden, elinde tıkır tıkır eden tepsisiyle, yaşlı uşaktan kaçtım veya onu gizli odaya hapsetmeye çalıştım. İki oyunu da anlamıyordum.

     Babam da bu yeni üç boyutlu oyunlarda pek yardımcı olmuyordu. Ama bir gün, bana yardımcı olabilecek biri olduğun söyledi: Berkay Abi. Abilik makamının kafamdaki tüm o gizli gücünü kuşanmış bir başka “oyuncu”. Berkay abi ve küçük kardeşi Barış, babaannemin karşı komşuları Memduh Amca ve Nezahat Teyzenin torunu, babamın da çocukluk arkadaşı olan Turgut Abi’nin yeğeniydiler. Turgut Abilerde son model oyunları çalıştırmakta bana mısın demeyen güzel bir de bilgisayar vardı.

     Bubanneme gittiğimiz bir gün bizi tanıştırmak üzere babam beni Turgut Abi’lere götürdü ve Berkay Abi benim aylardır hiçbir şey yapamadığım oyunu kolayca oynamaya başladı. Aslında ilk bölümde pek bir şey yokmuş, biraz zıplama atlama, kaplanla yüzleşmek bile gereksiz. Benim çıkamadığım yollardan çıkabilmişti Berkay Abi. Önce Çin Seddinin üzerine, sonra bir başka mağaraya gitmemiz gerekiyormuş. Sonrasında birileri bize saldırıyordu. Neden veya nasılı hatırlamıyorum. İkinci bölümün Venedik’te geçtiğini hatırlıyorum.

     Sonraları böyle takıldığım başka oyunları da sormaya (mesela Half Life; oyunun hikayesini belki de bitirdikten yıllar sonra – hatta ikinci oyunu da bitirdikten sonra – bir yerde kendime ya biz ne yapıyoruz bu oyunda neden bütün bunlar oluyor, o mavi takım elbiseli adam kim [bu sorunun cevabı yokmuş], uzaylılar nereden geliyorlar, niye geliyorlar, peki ya ikinci oyundaki diktatoryal gelecek, Combine nedir? diye sorup, yapımcısı Valve’ın önce oyun üçleme olacak ama arada altı tane epizodik bölüm olacak deyip, sonra iki tane epizodik bölüm çıkardıktan sonra aslında üç tane ara bölüm olacak diye fikir değiştirip asla ne üçüncü epizodu ne de Half Life 3’ü çıkarmamasından sonra sonra öğrendim. Muhtemelen tüm taşlar yerine, ondan da yıllar sonra üniversitede ilk oyunun gelişmiş grafikli yeniden yapımı “Black Mesa”yı oynadıktan sonra oturmuştur) Turgut abilere gitmeye başladım. Böyle başlamıştı Barış ile dostluğumuz. Heyecanla Berkay Abi’nin geçemediğimiz bölümleri geçmesini izlerdik.

     Oyunlarla olan ilişkim en başında saçmaydı aslında. Hiçbir şey anlamıyordum. Ne yaptığımı bilmiyordum. Neden yaptığımı bilmiyordum. Beni cezbeden bir şey vardı. Onları oynamak istiyordum. Şimdi düşündüğümde o anlara dair çoğunlukla bir “huzursuzluk” hissediyorum. Adı konulmamış bir korku. Bu dünyaya dair hem ait hem de ait olmayan şeyler. Yapabilmek ve yapamamak. Yetişkinlerin de hiçbir şey yapamaması. Muhtemelen grafiklerin gücünün yetersizliğinden de geliyor korkum. Yüz ifadeleri okunmayan karakterler, yeterince aydınlatılmamış mekanlar, dilini anlamadığım bir dünya. Yine de bir diğer his “merak”tı. Merakla bu dünyaların içine girmek istiyordum. Elime geçirdiğim oyunları (çoğunlukla kapaklarını beğenmeme bağlı olarak) babamın bilgisayarına yüklüyor, neler olduğunu anlamaya çalışıyordum.

“I’m rubber, you’re glue”

     Dilini anlasam, kendi iç dünyalarını anlayamıyordum. İki oyun var böyle, yine başkalarından izlediğim, ama izleri bende hala kalan. İlki “Curse of the Monkey Island”. Barış, abisinin oyunları arasında CD’sini keşfedip bana göstermişti. Bilgisayarcılardan alınan sıradan korsan oyunlara benzemiyordu. İki CD idi ve iki CD’nin üzerinde de kapak resminin kaliteli bir baskısı vardı. Oyunun kutusunun cebine yerleştirilmiş, oyunu ve nasıl oynanacağını anlatan renkli bir kılavuzu vardı ve kılavuz *İngilizce*ydi. İkinci CD “Mega Monkey” diye oyunun daha zor bir versiyonunu içeriyordu.

     Barış, çizgi film grafiklerine sahip bu oyunun ilk bölümünü geçmeyi biliyordu, çünkü hangi konuşma adımlarını takip edeceğini abisinden görmüştü. Bana da göstermişti. İskelet korsan LeChuck’un hışımına (daha o zamanlar sayısını aslında bilmediğim) üçüncü kez uğrayan özenti korsan Guybrush Threepwood’ın nişanlısı Elaine’ın altın bir heykele dönüşmesiyle başlayan bu oyunun bana sunduklarını sadece şu an da yazdıklarım kadarıyla anlamıştım ben de. Biraz devam edebilmiş ve sonrasında takılmıştık. Konuşma ve hikaye üzerine kurulu bir oyunun bize anlattığı hiçbir şeyi anlamıyorduk. Gene takılmıştık.

     Gene bir gün Barış’ların evinde kaldığım bir hafta sonu, Berkay Abi’nin bir arkadaşı da uğramıştı. Bir şekilde ona da sıkıntımızdan bahsetmiştik. “Orası çok kolay ya” demişti bize, “sizin için hemen çözeyim”. Berkay Abi’nin bu korsan ruhlu lise arkadaşı aslında oyunu bilmiyordu, sadece bizim de oyunu bilmediğimizi anlamıştı, ve gofret ya da başka bir rüşvet karşılığında “basit bir oyunda” ilerleyebileceğini biliyordu. Nitekim de öyle oldu. Dilini anladığı dünyayı çözebildiği için, onunla etkileşebildi, ve takıldığımız bulmacayı çözdü.

     Gerçek dünyada olduğu gibi, oyun dünyalarında da çocuktuk. Söylenenlerin birazını anlıyorduk. Yapmamız gerekene dair bir sezimiz vardı. Garip ve komik olanlar bizi güldürüyordu. Anlamadıklarımız (en azından beni) ürpertiyordu.

“Glottis… Glottis… is that a German name?”

     Diğer oyun ise, diğer bir efsane “Grim Fandango” idi. Yine Barış’la oynadığımız, yine oyunun başında takıldığımız bir başka bulmaca oyunu. Oyunun grafikleri o kadar güzeldi ki… Yeni yeni keşfettiğimiz üç boyutlu dünyada karizmatik ama mazlum Manny Calavela, anlamadığım bir iç sıkıntısıyla sorunlarını çözmeye çalışıyordu. Karşılaştığı diğer iskelet insanlar (o zaman – ve hala – daha teknik isimlerini bilmediğim) Orta Amerika mimarisi / gerçekliği ile karışık bir Art Noveau dünyada tıpkı bu dünyada olduğu gibi “yaşamaya” çalışıyorlardı. Konusu neydi? Arafta kalmış iskeletler, öte dünyaya gitmek için bir tür kefaret çekiyorlardı, yani çekiyorlarmış, daha sonra lisede tekrar oynayıp bitirebildiğimde keşfettiğim üzere, ve bizim Manny de bilmediğimiz bir suçun cezasını arafta toplum hizmeti yaparak ödüyormuş. Yine diyaloglara anlamadan basıp, oyunun ilerlemesini umuyorduk Barış’la. Bir yerde pes ettik.

     Sonra bir gün, annemin bir arkadaşına misafirliğe gittim. Annemin arkadaşının iki oğlu vardı, biri benden bir yaş küçük diğeri benden bir yaş büyük. Öncesinde biraz Lego’larla oynadığımızı hatırlıyorum, sonrasında da bilgisayara geçtiğimizi. Tesadüfen onlarda da Grim Fandango vardı. Bizden daha iyi değillerdi aslında, onlar da abi kardeş bu gizemli dünya da sadece gördüklerini peşinde oyunda buldukları herkesle her konuşmayı yapmayı denemiş, her eşyayı karşılaştıkları her şeyde kullanmışlardı. O gün de birlikte biraz oynadık ve her nasılsa bizim daha öncesinde Barış ile takıldığımız yeri geçtik. Ben bunları not aldım, ve Barış’la bir sonraki hafta sonu takılmamızda hemen yumurtladım. Takıldığımız yeri nasıl geçeceğimizi biliyordum!

     Sonra yine takıldık. Dilini tam anlamadığımız bu oyunları çözme stratejimiz sahip olduğumuz her şey ile dünyanın her noktasıyla etkileşmekti. Ancak oyun bize yirmi dakika sonra bu kaba kuvvet yöntemiyle çözemeyeceğimiz bir bulmaca vermişti. Bir ormanın ortasında mahsur kalmış, yolumuzu bulmamız gerekiyordu. Tahmin edeceğiniz üzere, günlerce çabaladıktan sonra yolumuzu bulamadık.

     O zamanlar internet de neredeyse yoktu. Daha çevirmeli hattan ADSL’e geçmemiştik. Zaten internette dolaşmayı da bilmiyorduk. Bilsek, İngilizce çözümleri okuyamazdık.

     O zamanlar tüm Türkiyeli oyuncuların “Berkay Abi”si Level’dı. Oyunlara dair sorular sorulabilecek ve (anlayabileceğimiz bir dilde) çözümler bulabileceğimiz her ay kaçırmadan okuduğumuz bir dergiydi Level. Birkaç yıl sonra, ya da belki o zamanlar, orada oyunun bir çözümünü bulduğuu Liseye ve İnglizcemi oturtana kadarki oyun deneyimimi “bir yerlerde takılmak” olarak hatırlıyorum. Takılmak ve başkalarıyla oyun üzerine konuşmak. Fikirlerimiz takılınca uzaklardaki başkalarının fikirlerini okumak ayda bir. Bu satırları yazarken öyle çok oyun geliyor ki aklıma, o kadar çok insanla oynadığım.

“You’ve got to do it, Snake, she’s your enemy and your objective.”

     Bir diğer hiçbir şey anlamadan oyunlar oynadığım kişi kuzenim Yağız’dı. Halamlar Çanakkale’de oturduğu için bayramları ve yazları görüşebiliyorduk ancak. Belki daha fazladır. Gerçek anlamda bir zaman mefhumunu liseden sonra oturttum gibi geliyor. Ondan öncesi zamansız bir şekilde süzülen anılar. Babannemde PlayStation oynardık. Bir başka garip ve karanlık oyun, Grinch. Yine filmi gibi “wholesome” olmayan, 16-bit karanlık dünyasında nasıl ilerleyeceğimizi çözemediğimiz, tesadüfen ilerlediğimiz bir oyun.

     Erdek Askeri Kampı’na da PlayStation 2 sokmuştuk gizlice (babamlardan, kamp komutanından değil). İlk oyunum “Metal Gear Solid (MGS) 3”tü. Garip bir nostaljiyle keşfetmek istediğim ilk oyun. “Metal Gear Solid” ben ilk okul ikide ya da üçteyken çıkmış olmalı, ya da Türkiye’ye gelmiş. İlk okuldan arkadaşım Kaan ve Altay’da vardı. Onlara gittikçe izlerdim. Saklanma üzerine kurulu bu savaş ve nükleer silah karşıtı oyunun, savaş ve nükleer silah karşıtı olduğunu muhtemelen MGS 3’ü bitirdikten birkaç sene sonra çözmüşümdür. O oyunun anısı, Tahtakale’den PlayStation 2 alırken annemle (daha doğrusu binlerce takla atarak ikna ederken), bana yanında gelecek oyun olarak MGS 3’ü seçtirmişti. O oyunu seçmiştim ve belki 2002 yazında belki 2003, ya Dünya Kupa’sını izliyor, ya Eurovision galibi “Everyway That I Can” dinliyor, bir yandan Yağız’la serideki ilk iki oyunu bilmediğimiz bir oyunu oynuyorduk. Önemi yoktu. Oyun kendi dünyasını sunuyordu. Zaten bir “prequel”di aslında. Hikayenin derinliğini gene de anlamıyorduk. Boss’un peşindeki gizli ajandık Rusya topraklarındaki. Boss’un hüznünü anlamamız için hikâyeyi anlamamız gerekmiyordu.

     Lisede bitti sonra. Oyun oynamak paylaşımını yitirdi. Artık kolektif bir şey değildi. Amerikan dizelerinden devşirilmiş bir tür “nerd”lüğün ülkemizdeki tezahürüydü. Ben elbette oyun oynamaya devam ettim. Barış devam etti. Yağız devam etti. Birlikte devam ettiğimiz oyunlar oldu. Artık MMORPG’ler vardı (Massive Multiplayer Online – RPG). Başka bir tür kolektiflik de denebilir belki. World of Warcraft’a başladım onuncu sınıfta. Üniversiteye kadar oynadım.

     WoW en başında eski oyunları andırıyordu. Oyun dünyası gizemliydi, ne yapılması gerektiğini kimse bilmiyordu. Deneyip buluyordun, ilerliyordun, oyun üzerinden başkalarıyla paylaşıyordun. Ben ilk başladığımda hala ortaokuldaydım. İnternet olmadan da oyunu oynayabileceğime dair garip bir umut vardı içimde. Başkalarıyla olmasa da tek başıma oynayabilirdim. Dev bir dünya sunmuyor muydu içinde sayısız görevi olan. Onları tek başıma yapabilirdim. Ancak öyle değilmiş. Ne internet olmadan ne de oyunun aylık üyeliği olmadan oynayamıyormuşsunuz. Oyunu birkaç kez yükledim ve bildiğim tüm “crack” yöntemlerini uygulayıp oynamaya çalıştım ama nafile. Oyun açılıp “Hesabınızı girin” dediğinde, Blastlands’de açılan kapının önünde saatlerce bekleyip, portaldan Outlands’e girmeyi bekledim boşuna.

     Ben (hem eve ADSL bağlatıp, hem hesap ödemesi için annemden izin alıp da gerçekten oyuna) başladığımda o dönemleri kaçırmıştım. İkinci ek paket zamanıydı, Wrath of the Lich King (WotLK). Artık internet çoktandır yaygındı. Oyun rehberlerini çok kolay bir şekilde bulabiliyordun. Oyunu gizemli ve zor yapan yapıları kaldırmaya başlamışlardı. Her yere kendin gitmen gerekmiyordu. Görevler, uzun ve zor hikayeler değildi. Her bölgede benzer şeyler yaptığın sıkıcı işlerdi. Ek paket bitmeden bırakmıştım.

     Sonraki iki ek paket baştan başlayıp, yine ortalarında bıraktım. Sonrasında uzun süre oyun oynamadım. Üniversiteden mezun olduktan (ve PS3’ü atladıktan sonra) PS4 aldım. Orada da oynadığım oyunlar PS4’ün büyük isimleriydi şimdiye dek. Ve sonra geçenlerde Disco Elysium’u indirdim.

“My body is a cage that keeps me / from dancing the one I love”

     Böyle uzun bir girişle başladım bir oyun incelemesiymiş gibi duran bu yazıya çünkü daha önce de dediğim gibi, Disco Elysium bende çoktandır unuttuğum duyguları uyandırdı tekrardan. Bir zamanlar yaşadığım, hissettiğim, unuttuğum hisleri. Unuttuklarım bir hisler bir nostaljinin parçasıydılar aslında ama benden geçip yiten bir anın, bir hayatın hatıraları değillerdi.

     Çok daha garip bir nostaljiydi bu, ilk hissettiğimde üzerine düşünemediğim, adını koyamadığım, anlamlandıramadığım ve bu yüzden de bastırmak zorunda olduğum bir nostaljinin tezahürüydü. Bana ait olmayan bir yaşamı yaşamış olmanın ve bu yaşam bitirip de kendi çocuk hayatıma dönmüş olmamın bir sonucuydu. Bu yaşamı yaşayıp, ne yaşadığımı ne de onun bittiğini anlayamamış olmamın.

     Bir tür reenkarnasyon gibiydi aslında. Bu kez de oyunu oynayıp yeniden doğmuştum ancak bu sefer tüm o eski anılarımla. Yeni hayatımdaki eskinin izlerinin farkına vardım.

     Eski yaşamımı anımsıyordum oyunu oynarken; çocuk beni, genç beni. Ve de daha hiç yaşamadığım beni. Tüm oyunlar gibi yeni bir hayat vaat ediyordu Disco Elysium bana, tıpkı eskisi gibi, yaşayacağım, unutacağım ve sonrasında geçmiş bir yaşamın sadece kopuk anılarıyla kalacağım bir hayatı. Dediğim gibi garip bir nostaljiden doğuyor ve besleniyor bu oyun. Tıpkı ismi gibi. Disco. Elysium. Hem bu dünyadan. Hem değil. Hem benim eski nostaljimden, hem kendi sunduğu dünyanın nostaljisinden.

     Oyun bilmediğim bir yerin, bilmediğim bir dünyanın geçmişini anlatıyor, gerçek olmayan bir yerin, ve dünyasını o geçmişin yıkıntıları üzerine kuruyor. Ya da bildiğim ama unuttuğum bir dünyayı hatırlatıyor. Geçmişimde kalmış, gerçek olup olmadığından bile emin olamadığım bir dünyayı.

     Bir başkasının hikayesini duyup, derinden etkilenip, bunu kimseyle paylaşamayacağımı hissettiğim o ilk zamanları hatırlatıyor. Kimse yok değil aslında, hikayenin kahramanları hayatta ve hayatımda. Sadece hayatlarımız eskisi değil şu an. Gizemli geçmiş arkamızda kaldı. Bıraktık ve uzaklaştık, hem o dünyalardan, hem birbirimizden. Hala bağlıyız, sadece farklı bağlarla.

     Whirling-in-Rags’de uyanan kahramanımız gibi tek başımayım. Tek farkım, ben geçmişimi hatırlıyorum. Üç gün süren bir içki ve uyuşturucu aleminden sonra tüm hafızam sıfırlanmış, daha olayın ne olduğunu bilmediğim bir suçu çözmek için, bir başkasının ellerinde kendimi yeniden keşfediyor değilim. Kim olduğumu biliyorum. Dedektifimiz, benimle kimliğini buluyor.

     Bence oyunun en güzel yanlarından biri bu olmuş, karakterin kim olduğunu (hatta dünyanın ve şeylerin ne olduğunu en başta) hatırlamıyor oluşu oyuncuya dünyayı keşfetmesi için ayrı bir kapı aralıyor. Gerçek bir tabula rasa’yız. Kahramanımız bizim elimizde yavaşça komünist bir süperstar olduğunu da keşfedebilir, “moralist” bir ayyaş da.

     Ancak tüm bu özgürlüğümüze rağmen özgür değiliz aslında, üzerimize çökmüş, göğsümüze oturmuş bir geçmiş var. Ne yaparsak yapalım peşimizi bırakmamış, ne daha önce çözdüğümüz davalar kafamızı dağıtmış, ne şişenin dibinde aradığımız huzuru bulabilmişiz. Oyunun dünyası ve detektifimiz, huzursuzlar, tek kelimeyle.

“Öyle sarhoş olsam ki / Bir an seni unutsam / Unutsam bugünleri / Yarınları unutsam”

     Her şeyden önce karanlık vardı. Kadim Sürüngen Beynimiz konuşuyor. Ses, karanlığı dolduruyor. O konuştukça, bedenimiz uyanıyor. Ses karanlığı doldurdukça, boşluğun ötesi oluşmaya başlıyor. Biz karanlığın bir ziyaretçisiyiz sadece, çok kereler uğradığımız bir yer. Başka bir ses, bir araba sesi, karanlığı yırtıyor.

     Whirlin-In-Rags’de Pazartesi sabahı uyanıyoruz. Üzerimizde hiçbir şey yok. Otel odamız dağılmış, camda koca bir delik, ses sistemi parçalanmış. Etraftan önce giysilerimizi topluyor, sonra ayna bakıp neler olduğunu anlamaya çalışıyoruz. Koca bir boşluk.

     Başın delice ağrıyor, diyor vücudumuz. Hiçbir şeyi hatırlamıyoruz. Ne neden burada olduğumuzu, ne kim olduğumuzu. Düşünceler dolanıyor aklımızda, cam kırığı yok hiç içeride, kravatımız pervaneye takılmış dönüyor başımızın üstünde, bunu yapan biz olabilir miyiz. Mantık, olası diyor. Bir Ürperti, öyle olmalı diyor. Kırık ses sisteminin bağlı olduğu kaset çalardaki kaset, sevdiğimiz bir parça, The Smallest Church in Saint-Saens. Giyinip odadan çıkıyoruz. Bedenimizin her yeri ağrıyor.

     Bir motelin ikinci katındayız, ortak bir balkona çıkan birkaç oda ve balkonun ucunda aşağı inen merdivenler. Balkonun yanından aşağı kat gözüküyor ama kimler ya da ne var bilmiyoruz. Bir kadın korkuluklara yaslanmış sigara içiyor. İçimizden bir ses bizden korktuğunu hemen söylüyor. Bedeninin Duruşu, Sezgimizi doğruluyor. “Selam” diyoruz, bizi selamlıyor kadın çekinerek. Önce ne diyeceğimizi bilmiyoruz. Belki biraz havadan sudan konuşmak iyi olur diyor Telkin. Hafızasını kaybetmiş ve nerede olduğunu bilmeyen bir adam olduğumuzu çaktırmamalıyız diye onaylıyor Empati. Biraz havadan sudan konuşuyoruz. Konuşma Becerimiz zamanın geldiğini söylüyor, soruyoruz:

     – Hangi yıldayız?
     – 51.
     – Hangi yüzyıl?
     – Şimdiki.

     Kadın bunu iş olsun diye söylemiyor. Yaşadığımız dünyanın, içinde bulunduğumuz şehrin gerçekliği bu. 2021 senesinde bir bilgisayar oyununun başında oturan biri değiliz nitekim, ne kendi adını ne de uyandığı motelin adını bilen bir… bir kimiz gerçekten? Bu sorunun cevabını ekranın başındaki verecek gerçekten ama kendi olduğunu unutup ekrandaki olduğuna inandıktan sonra. Sorulacak çok soru var.

     Ve soruları sevenler için bir oyun Disco Elysium. Oyunun yüzde doksanı “muhabbet”, yüzde onu Teğmen Kitsuragi peşimizde oradan oraya koşturmaca. Sahi kim bu teğmen? Teğmen Kitsuragi, 57. Polis karakolundan geliyor. Bu dava için atanan ortağımız. Birlikte bir cinayeti çözmemiz gerekiyor.

     Biz de birlikte savruluyoruz yeni ortağımızla. Martinaise’deyiz, 03’ senesinde kurulan komünün Koalisyon güçlerine ilk yenik düştüğü, eski ihtişamının yerinde harabelerin kaldığı, polisin bile uğraşmak istemediği bir mahalle. Devrimden geriye sadece “sosyal-demokrat” liman işçileri Sendikası’nın ve birkaç gazinin kaldığı bir yıkıntı. Adımımızı attığımız her yer anılar ve yaşanmışlıklarla dolu. Tüm dünyanın bize anlatacağı şeyler var. Gerçekten. Dünya bizimle konuşuyor, şehir konuşuyor, bedenimiz konuşuyor, ruhumuz konuşuyor, biz de dinliyoruz. Neyi ne kadar doğru dinleyebileceğimiz bize kalmış ama kulaklarımızı açarsak duyabileceğimiz o kadar çok şey var ki.

     Oysa bizden başka kimse dinlemiyor. Elbette, herkes kendi hayatında. Bundan daha normal ne olabilir. Teğmen Kitsuragi olayı çözmek istiyor, motelin işletmecisi Garte durumun geçip her şeyin normale dönmesini, Sendika lideri Evrart birkaç aydır süregelen grevin başarıyla bitmesini, limanın sahibi lojistik fiması Wild Pines şirketinin arabulucusu Joyce, grevin bitip ticaretin devam etmesini...

     Zaten sorun bizde. Acınası bir polis. Hem ayyaşız zaten. Efkarlıyız, bir alkol bulutunun içinde yaşıyoruz. İstesek biz de dinlemeyebiliriz. Kulaklarımızı kapatabiliriz dünyaya, kendimize, başka bir şarkıyı söyleyebiliriz. Ama isteyemiyoruz. Ya da belki ben istemiyorum, oyun bana bu seçeneği veriyor. Yaşamadığım bir hayatı yaşıyorum. Konuşulacak herkesle konuşmayı, her hikayeyi dinlemeyi, altı üstüne getirilmemiş taş kalmamasını istiyorum. Herkesin anlatmak isteyeceği bir şey var mı bilmiyorum ama ben öğrenmek istiyorum. Gizli hiçbir şey kalmamasını. Açılmadık kapının kalmamasını. Tek bir kapı dahi.

    > Oyunu daha fazla anlatmayacağım. Spoiler vermemek ya da keyfinizi kaçırmamak için değil. Muhteşem bir oyun. Muhteşem bir hikaye. Daha fazlasını söylemek oyunu yapanlara ya da oynamak isteyeceklere haksızlık olacağı için de değil. Paylaşamayacağım için susacağım. Belki de anlatamayacağım diye başlamalıydım. O zaman da bunun bir yazma yazamama yetersizliğinden değil de sözlerimin anlamsız olacağından diye başlamam gerekirdi. Yazacaklarım anlamsız olurdu. Çünkü ortada anlaşılabilecek değil ama hissedilebilecek bir şey var.

     Ben bir hayatı yaşadım ve Oğuz oldum. Binlerce başkasını da oyunlar, romanlar, filmler ve hikayelerden yaşadım. Tüm güzel hikayelerde bir hayatı yaşadım ve sonunda o karakterlerle beraber öldüm. Geride kalan benin söyleyebileceği her şey bir ölünün ardından söylenebilecek şeylerden farksız.

“Just Like The Simulations”

     Fransa’da, Erasmus’tayken benzer bir hisse kapılmıştım. Evimden uzakta, klasik yalnızlık, sıla özlemi, yeni bir dünyanın heyacanı, umutlar, can sıkıntıları. Birkaç kelimelik sıfat tamlamaları. Bana çokça şey ifade eden ama başka kimseye hiçbir şey ifade etmeyecek koskoca kelimeler. Hem parçası olduğum hem ait olmadığım bir dünya. Yaşayanlarla iletişimim içip de “aynen” demekten ibaretti. Sahip olduğum tek dinleyici kitlesi, belki yine benzerini hisseden (gene farklı zamanlarda) artık göçmüş olan ölülerdi. Onların hayatlarında, eserlerinde kendimi bulup, onlarla iletişim kurmalıydım. Onlar bana tek taraflı bir diyalog bırakmışlardı. Ben de onlardan devraldığım cümleyi başkalarına taşımalıydım. Tıpkı daha önceden yaptığım gibi.

“Nostalgia”

     Bu bir nostalji değil. Nostalji kendi geçmişini özlemek keza. Yaşadıklarını, ardında bıraktıklarını. Yerini, yurdunu…

     Bu oyunu oynayana dek, hatırladıklarım bir süredir öyleydi. Kendi geçmişimi özlüyordum; çocukluğumu, her şeyin farklı ama basit olduğu zamanları. Oynadığım oyunları, misafirlikleri, ev telefonuyla arkadaşımı arayıp, size misafirliğe gelebilir miyiz demeyi, okulun hafta sonlarını birlikte geçirmeyi, Level’ın yeni sayısını beklemeyi, okula gidip ya da hafta sonu buluşup yaptıklarımı anlatmayı… Ve bir anda unuttuğum bir his su yüzüne çıktı yeniden. Bu oyundan geriye kalan, tüm bu oyunlardan geriye kalan...

     Bir başkasının nostaljisi var içimde. Bir başkasının sıla özlemini çekiyorum yeniden. Bir başkasının yaşamını yaşadım, öldüm ve bir ruh olarak yaşamdayım. Onun heyecanlarını tattım, hayal kırıklıklarını yaşadım ve sonunda neredeyse o oldum. Ama o değilim. Belki o yaşadı ve her şeyi ardında bıraktı ama ben de ardında kaldım. Ve kimse, bunu bilmiyor.

Written on March 14, 2021