Harabeler - 1
Bugün eve yürüyerek döndüm.
Yıldız’dan çıktım, Barbaros’tan aşağı indim ve Kabataş üzerinden Karaköy’e gittim. Dolmabahçe’de, stadı geçince, caminin karşısında bir türbe var adını bilmiyorum. Bakımlı bir türbe. Herhalde camidekiler ilgileniyor olmalı, ya da Vakıflar’dan birileri. Her geçtiğimde gözüme çarpan bir şey var. Türbenin içindeki mezar dışarıdan gözüküyor, ama içine girilmiyor. Belki de giriliyordur, hiç denemedim. Mezarın olduğu alanın öncesinde üzeri açık bir oda var. Odayı dışarıya bağlayan kapı hep kapalı, belki itsem açılır. İlginç olan, kapının üzerindeki kiriş. Kapının üzerinde raf olarak kullanılan (kimin tarafından acaba) bir kiriş var. Çeşitli kitaplar var. Uzun zamandır oradalar belli ki, ıslanmış, şişmiş, sararmışlar. Bu sefer yanlarında bir soğan duruyor, bir adet kuru soğan. Taze duruyor, oraya geleli çok olmamış belli ki. Sıradışı bir durum.
Dolmabahçe kavşağı yaşamın olmadığı bir yer. Üç kullanışlı binanın arası. Saray, cami, futbol sahası. Gelip geçici etkinlik alanları. Geceleri kimse kalmıyor, Setüsütü’nü düşünmezsek, ne Beşiktaş, ne Nişantaşı ne de Kabataş istikametinde yakınlarda apartmanlar yok. Turistik yerler oldukları için bu üçgenin içinde birkaç kafe var o kadar. Yol da zaten aşırı işlek bir yol. Kimsenin “takılmak” için Dolmabahçe’ye geldiğini sanmıyorum. Burada vakit geçirilmez, sadece gelinip geçilir. Namaz kılınır, maça gidilir, saray gezilir. Oradan ya Taksim’e çıkılır biraz daha gezilir, ya Beşiktaş’a geçilir çay, kahve ya da bira içilir. Biraz yukarıda Küçük Çiftlik Park var, orada konsere gidilir, belki Maçka parkına yürünür. Gerçek bir kavşak. Durulmadan geçilen bir alan.
Belli ki türbenin yakınlarında, hatta belki içinde, biri kalıyor (bakın yaşıyor demiyorum). Türbenin yanında çim bir alan var. Eskiden bir bina duruyormuş. Geriye yıkık duvarları, ve bir üst terasa bağlanan merdivenler kalmış. Merdivenler bir yere çıkmıyor, terasa olan bağlantısı belli ki daha önceden kapanmış, çıktığınızda bir duvar var karşınızda. Eskiden duvarlarında saçma yazılar yazardı. Hatırladığım bir tanesi “Fıtık tedavisi için arayın” yazısıydı. Şimdi biri bir duvarını boyamış. Geyik diye biri. Ya da isminin Geyik olduğuna inanıyorum. Cihangir’de de çıkıyor karşıma resimleri. Susam sokağın başında çizdiği portreler var. Geçenler baksın. Portre çalışıyor galiba çoğunlukla.
Kafamda soğana dair sorularla devam ettim. Biraz gitmemiştim ki, şehre yabancılaştığım ikinci imge ile karşılaştım. Tramvay durağına daha gelmemiştim. Orada da bir çeşme var. Şu aralar kafe olarak kullanılıyor. Orası normal. Daha oraya gelmeden, yolun kara tarafı yine çimlik. Benzinliğin karşısı olmalı, çimlerin üzerinde tek başına bir adam duruyordu. Yere çökmüştü, elindeki tırnak makasıyla tırnaklarını kesiyordu. Öğleden sonra saat dörtte, Kabataş’ta çimlerin üzerinde, bir adam, yere çökmüş, tırnaklarını kesiyordu. Oysa tırnaklar evde kesilirdi. Akşamları kesilmezdi, uğursuzluk getirir. Mahrem bir olay olarak kodlamışım kafamda tırnak kesimini. Oysa ki kuaförlerde hem el hem de ayak tırnakları kesilir, kimse de garipsemez. Birkaç sene önce de Eminönü Vergi Daire’sine gitmiştim. Orada veznede çalışan memur da tırnaklarını kesiyordu. Onu da garipsememiştim. Gençken izlediğim “Olacak O Kadar” skeçlerinden herhalde. Soğan ve kesik tırnaklar. Oysa ki sıradan bir gün geçiriyordum, ayaklarım yere basıyordu, okuldan çıkmıştım, eve yürüyordum. Her şey gündeliğinde ilerliyordu. Kulaklıklarımdan müzik dinliyordum. Haftalık keşifim daha dün çıkmıştı. Parçalar çok yardımcı olmuyorlardı. İçimde kabaran yabancılaşma hissini arttırıyordu çalan parça. Bir anda bütünlüğümü kaybetmiştim. N’apıyordum bu koca şehirde. Koca bir şehir miydi bu on altı milyon insanıyla, bir insan bir geç kış akşamı çimlerde el tırnaklarını keserken, türbelerde kitapların yanına kuru soğanlar zulalanırken. Aklıma çocukluğum ve anlam veremediğim bilgisayar oyunları geldi. Dilini bilmediğim dünyalarda yolumu bulmaya çalışıyordum tekrardan. Arkada sözsüz hüzünlü, melankolik parçalar çalıyordu, ben yürüyordum. Yürümeye devam ettim.
Kabataş’ı geçtiğimde sağımda o büyük duvar resmini gördüm. Kahve Dünyası’nın yanındaki otoparkın üzerinde yükselen, ormanda tek başına yanan origami geyiği. Duvar resminin altındaki plaket, bunun yedinci farkındalık projesi olduğunu yazıyordu. Önceki birkaç tanesini hatırlıyorum. Bir sene önce kadın cinayetlerine dikkat çekmek için o sene öldürülen üç yüz kadına ithafen üç yüz topuklu ayakkabı kullanarak bir enstalasyon yapmışlardı. Plakette yazıyordu yine. Plaket değişmiş ayakkabılar gitmişti. Yürümeye devam ettim.
Fındıklı’ya gelmeden Canfeda Tekkesi Haziresi var. Hazire ne demek bilmiyorum. Cami, türbe, tekkeler için etrafı parmaklıklarla çevrili mezar yeri demekmiş. Plaket Makbül/Maktül İbrahim Paşa’nın burada yattığını söylüyor. Etrafında altı katlı apartmanlar yükseliyor. Doğru cevabın maktül olduğunu düşünüyorum. Namuhafaza. Damnatio memoriae à la Ottoman. Hüvel baki. Kanuni’nin mezarı nerede?
Fındıklı’dan sonra bizim evin yokuşu başlıyor, Meclis-i Mebusan Caddesi. Yokuşun başındaki binayı birkaç ay önce yıkmaya başladılar. Mimari üslübunu bilmiyorum. 60’lar sonrası bir şey olması lazım. Uluslararası üslup diyorlar galiba. Emin değilim. İkinci Ulusal Mimari üslup olmadığı kesin. Çağdaş bir şey olmadığı da ortada. 70ler diyorum. Bu binanın beton süslemelerinin arasındaki camları söktüler, zaten boştu, ya da kullanılmıyordu, içini boşalttılar ve sonra ilk iki katına tuğladan duvarlar çektiler. Bir iki aydır böyle duruyor. Boş cepheleri ve tuğladan setleriyle. Herhalde bir izin çıkana kadar bir süre daha öyle durur. Boşken kimse girmemeli içine, öyle boş, kişisel alan olarak, boş kalmalı.
Yokuştan çıkmadım, sevmiyorum tırmanmayı, çok terliyorum. Tophane’ye oradan da Karaköy’e yürümeyi planladım. Yolumu biraz uzatacaktım evet, ama Tünel’le İstiklal’e çıkıp yokuş çıkmaktan kurtulacaktım. Ben de devam ettim. Galataport’un başladığı yerde Süheyl Bey Camii var. İstanbul’un güzel temsillerinden. Taksiderminin, yani ölü hayvan doldurmanın, güzel bir örneği. Geçmişten kalan kendi olarak elbette ki var olamaz. Değişim Allah’ın emri, kentsel dönüşüm olmasa. Ama oto galeri olmak zorunda mıydı?
Yokuştan çıkmadım, sevmiyorum tırmanmayı, çok terliyorum. Tophane’ye oradan da Karaköy’e yürümeyi planladım. Yolumu biraz uzatacaktım evet, ama Tünel’le İstiklal’e çıkıp yokuş çıkmaktan kurtulacaktım. Ben de devam ettim. Galataport’un başladığı yerde Süheyl Bey Camii var. İstanbul’un güzel temsillerinden. Taksiderminin, yani ölü hayvan doldurmanın, güzel bir örneği. Geçmişten kalan kendi olarak elbette ki var olamaz. Değişim Allah’ın emri, kentsel dönüşüm olmasa. Ama oto galeri olmak zorunda mıydı?
Yeni İstanbul Modern’in başladığı yerde, bir iki boş arazi var. Yıkık duvarlara ve birkaç ağaca ev sahipliği yapıyorlar. Tapuları kimde acaba? Senelerdir boşlar. Böyle boş araziler Dolapdere’de de vardı. Birbiri üzerine yığılan binalar arasında kayalık bir toprak parçası. Çocukların gelip oynadığı, geçenlerin boşluğuna anlam veremediği eski İstanbul parçaları. Bunlardan binlerce olabilirdi. İstanbul binlerce dönüm boş arazi olabilirdi. Olmadı. Olabileceğinin hissini bıraktı geride. Bir his İstanbul benim için, olduğuyla değil, olamadığıyla. Gördüğüm tüm ihtimallerin imkansızlığı. Yıkılmayı bekleyen alüminyum cepheler. Boş arazinin karşısı Galataport. Eskiden ne olduğunu hatırlamıyorum. Eğer biraz ilerisi, Karaköy’ün sahil kısmı gibiyse eskiden, boş antrepolar olmalı. İşin bittiği, unutulan. Farkına varılan, yeniden inşa edilen. Karaköy de yaşam alanı değil. Muhteşem bir geçiş arazisi. Bu şehre ayak basacak turistlerin ilk durağı.
İkinci boş arazi eskisinden de güzel. Yaşamsızlığı içselleştirmiş adeta. Bir ucu ona değen binanın otoparkı, otoparkı herhalde otel olan binanın yaptığı istinat duvarı koruyor. Devamında boş arazi başlıyor; yine başıboş ağaçlar, herhalde bu sefer, Osmanlıdan kalma duvarlar, ve arazinin üzerinde çelik bir konstrüksiyon yükseliyor. Gökyüzünü tutuyor, yere değmesini engelliyor, başka hiçbir şey yok gerisinde, ne çamur, ne taş, ne çelik, topraktan çıkan hiçbir şeyi tutmuyor, öyle kendi başına, göğe yükseliyor. Tepeye çıkacak binanın hayaletini mi kaldırıyor şimdiden?
Tophaneye varınca, denize doğru ilerledim, Karaköy, zaten çoktandır soylulaştı, yazılacak yazılar çoktan yazıldı. Kaptan-ı Derya Camii’ni geçtim, mahpus kediye selam verdim. Kurtar kendini, dedim. Mahpus kedi bana baktı. Parmaklıklardan geçemeyen sensin, diye yanıtladı. Kılıç Ali Paşa Hamamı’na baktım. Gece yarısına kadar açıktı. Bir gün gelmek için kendime söz verdim.
Karaköy, Tophane, Galata’nın en güzel yapıları (tamam hadi abartı olmasın, en güzel yapılarından bazıları) Cenevizliler’den kalma yıkıntılar. 50lerden kalma diğer yıkıntıların arasından başlarını uzatıyor, geçenleri, bizi unutma, diye selamlıyorlar. İstanbul’un geleceğini mimliyorlar. Yıkıntılardan yükselen ağaçlar, boş arazilerin ağaçlarını gölgeleyecek.
Tünel’e vardığımda istasyon kepenklerini indirmişti. Şaşırdım. A4’ler üzerine biri kapanmanın sebebini yazmıştı, kağıdı da kepenklere iliştirmişti. Tünel bakım sebebiyle kapalıymış. Geri döndüm. Bankalar Caddesi’nden Şişhane’ye doğru çıkmaya başladım (yokuş sevmediğimi söylemiştim). Caddenin başında Birinci Ulusal Mimari Üslup’un en güzel binalarından biri var. Kepenklerini kapamış, gelen geçeni usulca izliyor. OHBS’yi göreve çağırıyorum. Bu bina böyle âtıl durmamalı. Ancak caddenin diğer binaları gibi de saçma şirketlere kiralanmamalı. Ne yapılmalı bilmiyorum. İçinde “kamu” geçen bir şey olması gerektiği kesin.
Son binam üç katlı bir iş hanı. Yani iş hanıymış bir zamanlar. İşler kötü gitmiş, kepenkler kapanmış, bina terk edilmiş. İstanbul’un metruk hazineleri. Tıpkı sırtında yükselen hotel gibi, yıkılıp, turizme kazandırılmayı bekliyor. Ne kadar çok insan, o kadar “iyi”. Şişhane’den İstikal’e vardım. Aslında İstiklal’e çıkmadım. Galatasaray’a kadar arkalardan yürüdüm, oradan da Cihangir’e doğru daldım.